MS 354-430 yılları arasında yaşamış olan Romalı düşünür Aziz Augustinus’a göre, “barış düzendeki sükûnettir.” İlk bakışta akla yatkın gelebilecek bu tanım, aldatıcı olabilir. Bir düzende sükûnet olması, orada adalet olduğu anlamına gelmez; adaletin olmadığı yerde de barış olamaz. Halkın yönetenlerin baskısı altında ezildiği ve bunu “doğal” kabul ettiği, herkesin yerini ve haddini bildiği bir düzen de pekâlâ sükûnet içinde olabilir. Böylesi bir düzen, “negatif barış” kavramına örnek teşkil etmektedir. “Pozitif barış” kavramını tartışmadan önce, Johan Galtung’un şiddet tipolojisine bakmak gerekmektedir. Doğrudan şiddet açıktır, barizdir, çıplak gözle görülebilir. Yapısal ve kültürel şiddet içinse, onları görünmez kılan perdeleri kaldırmanız gerekir. “Yapısal şiddet sessizdir, görünmezdir, durgun sular gibidir, bizi saran hava kadar doğal görülür” (Galtung, 1969, s.173). Yapısal şiddet, insanların hayatlarına camdan duvarlar örer ve o duvarların ağırlığının altında onları ezer. Kapitalizmin yarattığı ekonomik, sosyal ve siyasal eşitsizlikler, yapısal şiddete örnek olarak gösterilebilir. Kültürel şiddet ise kültürün dil, din, ideoloji, bilim ve sanat gibi alanlarında üretilen ve doğrudan ve yapısal şiddeti haklı ya da meşru kılan söylemler olarak tanımlanabilir. Galtung şu örneği verir: Zamanın bir evresinde Afrikalılar, köle tüccarlarınca yakalanıp, zincirlenip, onları 2 bekleyen gemilere istiflendiler. Binlercesi yolda ya da satıldıkları çiftliklerde öldürüldü. Bu doğrudan şiddetti. Amerika Birleşik Devletleri’nde kölelik kurumsallaştı ve yapısal hale geldi. İnsanın insanlık onurunu elinden alan bu yapısal şiddet, sistem tarafından meşru kılınıyordu. Bu süreç, ülkede köleliğin kaldırılmasıyla sona erdi ama kültürel şiddet Afrikalı Amerikalılara yönelik ırkçılık söylemleriyle hâlâ devam ediyor. Galtung, daha sonra, üçlü şiddet tipolojisine, insanın doğaya zulmettiği ekolojik şiddeti de eklemiştir. Şiddet ve şiddetsizlik ise dört farklı düzlemde yaşanmaktadır: Kişisel/içsel düzlem, kişilerarası düzlem, gruplar arası düzlem, uluslararası ve ulus ötesi düzlem. Kadına yönelik şiddet ve şiddetsizliğe dair bir örnekleme yapacak olursak, doğrudan şiddet kapsamına giren ev içi şiddet, kişiler arası düzlemde; çalışma hayatı, eğitim veya siyasette kadına yönelik ayrımcılık olarak kendini gösteren yapısal şiddet, kişiler arası ve gruplar arası düzlemde; cinsiyet eşitsizliğine dair ataerkil söylemlerin yol açtığı kültürel şiddetse, gruplar arası ilişkiler düzleminde incelenebilir. Tüm bunların kadınların iç dünyasında oluşturabileceği özgüven, özsaygı, ifade, eğitim/beceri eksikliği kişisel/içsel barış düzleminde değerlendirilirken, küresel boyutta kadın hakları ve temsil sorunu ise uluslararası/ulus ötesi düzlemde değerlendirilebilir. Öte yandan, bu düzlemler şiddetin ve şiddetsizliğin birbirinden bağımsız olmayan, aksine birbiriyle kesişen farklı tezahür etme boyutları olarak ele alınmalıdır. Örneğin, ev içi şiddeti ya da ya da aile içi şiddet dediğimiz özel alandaki şiddeti kişiler arası düzlemde değerlendirmek, bu şiddet türünün yapısal nedenlerini görmemek anlamına gelir. Oysaki özel alandaki şiddet, ataerkil sistemin yeniden üretilmesindeki en önemli araç ve olgulardan biridir. Cinsiyetler arası eşitsizliğin hem nedeni hem de onu sürekli kılan bir mekanizma olarak, bu şiddet türü, kişiler arası alanda cereyan etse dahi, bunu engellemekle sorumlu, devlet, hukuk, siyasal yapı, toplumsal kültür gibi yapısal-sistemik bileşenleri içinde barındırır. Aynı zamanda uluslararası ya da ulus aşırı niteliktedir. Kadına karşı şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesine yönelik İstanbul Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler CEDAW Sözleşmesi, Pekin Deklarasyonu ve İstanbul Sözleşmesi gibi pek çok farklı devletin imzacısı olduğu metinler de esasen bu düzlemlerin iç içe geçmişliğine atıfta bulunur.
Tüm bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki doğrudan, yapısal, kültürel ve ekolojik şiddetin yaygın olduğu bir sistem, sükunet içinde dahi olsa barış içinde değildir. Alternatif bir pozitif barış düzeni, sosyal ve sınıfsal eşitsizliklerin üstesinden gelmiş, eşitlikçi ve yatay bir düzen olmalıdır. Doğayı tüketmeyen, hakça üreten ve hakça paylaşan bir düzen… Kültürel şiddetin de üstesinden gelinmesini hedefleyen böylesi bir pozitif barış düzeni, bireyin özgürlüğüne ve özgünlüğüne alan tanıyan, ırk, inanç, cinsiyet ve cinsel yönelim temelinde her türlü ayrımcılığı aşmış, ataerkilliği dönüştürmüş bir düzen olmalıdır. Doğayla ilişkisinde insanı doğanın karşısında konumlandırmayan, insanın ancak tüm diğer canlılarla bir arada var olabileceğinin bilinciyle nefes alan bir toplum düzeni olmalıdır. Bu düzen, her şeyden önce fiziksel boyutuyla şiddetsiz bir düzen olmalıdır.